Esmaül Hüsna Esintisi - Namaz ve Biz

Esmaül Hüsna Esintisi Dergisi

Bediüzzaman Said Nursi'nin Hayatı

 Bediüzzaman Said Nursi'nin Hayatı


Said Nursi, 1873 te Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğdu. Babasının adı Mirza, annesinin adı Nuriyedir. Ağabeyi Molla Abdullah'ın ilim tahsil etmesinin kendisine kazandırdığı itibara imrenerek 9 yaşında Tağ köyünde Muhammet Emin Efendi'nin medresesinde öğrenime başladıysa da çok geçmeden Nurs'a döndü ve haftada bir gün gelen ağabeyinden temel bilgileri öğrenmekle tahsilini devam ettirdi.

Öğreniminin en verimli safhası, 15 yaşındayken 1888'de Muhammet celalî'den ders aldığı üç aylık devredir. O zattan Molla Cami'den nihayete kadar, ortalama on yılda okutulan bütün metinleri üç ayda okuyup diploma aldı. Usûl'den Cem'ül-cevâmi, Kelâm'dan Şerhül-Mevâkıf gibi ağır metinlerden günde ortalama iki yüz sayfalık bir kısmı anlayarak okuyordu. Bu sıralarda Şirvandaki ağabeyinin yanına gittiğinde icâzet aldığını söyleyince o inanmamış, sıkı bir sınamadan sonra küçük kardeşinin kendisini geçtiğini görerek talebelerinden gizlice ondan ders almaya başlamıştı.

Molla Fethullah da imtihan sonucunda durumunu tespit etmiş, yanında bulunduğu bir hafta içinde, günde 1-2 saatlik meşguliyetle Sübkî'nin Usûl-i Fıkh'a dair Cem'ül Cevâmi eserini ezberlediğini görünce "zeka ile hafıza kuvvetinin ifrat derecede bir kimsede bir araya gelmesi nadirdir" deyip hayretini belirtti ve kitabına şu cümleyi yazdı "Cem'ul Cevâmi Kitabının tamamını bir haftada ezberlemiştir." Böylelikle ünü bu bölgelerde yayılmaya başlamıştır.

Tillo'da Kubbeyi Hasiye türbesinde inzivada Kamus'u Muhit'i ezberlerken bir gece Abdülkadir Geylâni'yi rüyasında görür. "Git Miran aşireti reisi Mustafa Paşa'yı hidâyete davet et; zulümden vazgeçip namaza, emr'i ma'rûfa başlasın der" Molla Said, derhal Miran aşiretine doğru Tillo'dan hareket eder.

1893 yılında, Miran aşiret reisi Mustafa Paşa’yı, yöre halkına yaptığı baskı ve zorbalıktan vazgeçirmek için Cizre’ye giden ve burada bir müddet kalan Said Nursi, 1894’te Mardin’e geldi. Mardin’de kaldığı süre zarfında her türlü sosyal faaliyetin içinde bulunan Bediüzzaman, burada karşılaştığı Şeyh Cemaleddin Afgani’nin bir talebesinden Afgani’nin siyasi fikirlerini tanıma fırsatı buldu. Siyasetle ilgilenmeye de ilk defa Mardin’de başlayan Bediüzzaman, tartışmalarda fikrini açıklamaktan geri durmuyordu. Bulunduğu topluluklarda tartışmalara neden olan Said Nursi’yi, Mardin Mutasarrıfı bir tedbir olarak muhafızlarla kelepçeli olarak Bitlis Valiliğine sevk ettirir. Namaz kılmak için kelepçelerinin çözülmesini ister. Jandarmalar kabul etmeyince kelepçeleri kendisi açar. Bu hali keramet addeden jandarmalar hayretler içinde kalırlar, özür dileyip her türlü hizmete amade olduklarını söylerler. İleriki zamanlarda Said Nursi'ye "kelepçeleri nasıl açtın?" diye sorulunca "Bende bilmiyorum, olsa olsa namazın kerametidir" diye cevap vermiştir. 

Bitlis’e gelen Bediüzzaman’ın ilmi vukufiyeti ve farklı kişiliği, Bitlis Valisi Ömer Paşanın dikkatini çekmiş ve Vilayet konağında kalarak çalışmalarına devam etmesi için ona bir oda tahsis etmişti. Konağın büyük kütüphanesi İslami ilimlere ait olan eserleri tamamen mütalaa ederek çalışmasına müsait zemin oluşturmuştu. Bitlis’te geçirdiği iki yıllık süre Bediüzzaman’ın İslami ilimlerde derinleşmesine vesile olmuş, ilmi üstünlüğü ulema ve nüfuzlu kimseler arasında ona, hatırı sayılır bir şöhret kazandırmıştı. Bu arada onun ulema ve halk arasındaki şöhret ve itibarından etkilenen Van Valisi Hasan Paşa, Van’a gelmesi için ısrarla davet ediyordu.

İki senelik Bitlis hayatından sonra Said Nursi, Vali Hasan Paşa’nın daveti üzerine gittiği Van’da on yıl kadar kaldı. Hasan Paşa’nın yerine tayin olunan İşkodralı Tahir Paşa da Said Nursi ile ilişkilerini devam ettirmiş ve aralarında samimi bir dostluk kurulmuştu. Bediüzzaman konağın kendisine ayrılan bölümünde uzun süre kalarak çalışmalarına devam etmişti. Çeşitli gazete ve dergilerin de zamanında bulunabildiği konağın zengin kütüphanesi, Bediüzzaman’a çeşitli konularda derinleşmesi için iyi bir imkan oluşturmuştu. Said Nursi, burada Paşa’nın kütüphanesindeki pozitif bilimlere ait kitapları da inceleyecek çalışma imkanını buldu. Bir yandan tarih, felsefe, coğrafya, matematik, kimya, jeoloji ve felsefe ile ilgilenirken, diğer yandan içinde yaşadığı toplum yapısını çok yakından inceleme ve tanıma fırsatına sahip oldu. Osmanlı cemiyetinin içinde bulunduğu sıkıntıların aşılmasında eğitime çok önemli bir rol düştüğünün farkındaydı ve medreselerde din ilimleriyle birlikte müsbet ilimlerin de okutulması gerektiği kanaatine vardı. Hatta bu yolda eğitim esasları ve yönetim şekliyle bir de üniversite projesi zihninde teşekkül etmiş, bundan sonraki hayatının en büyük iki gayesinden birini oluşturan idealindeki bu üniversite Said Nursi’nin bundan sonraki hayatını şekillendiren en önemli hareket noktalarından biri olmuştur.

Genç yaşta edindiği dini ve pozitif bilimlerdeki derin bilgisi, devrin ilim çevreleri tarafından kabul görmüş, küçük yaştan itibaren dikkati çeken keskin zekası, kuvvetli hafızası ve üstün kabiliyetleri dolayısıyla "Çağının eşsiz güzelliği" anlamına gelen "Bediüzzaman" sıfatıyla anılmaya başlanmıştır.

Tahir Paşa, bir gün ona, konağa getirilen gazetelerin birinde, İngiltere’nin Sömürgeler Bakanı Gladstone’un Avam Kamarasında yaptığı konuşmanın haberini okudu. Habere göre Gladstone elinde bir Kur’an-ı Kerim ile kürsüye gelerek: “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ne yapıp edip, bu Kur’an’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” demişti. Bu söz Said Nursi’nin dünyasında fırtınalar koparmış ve hayatının belki de en önemli kararını vermesine yol açmıştı. Gladstone’un sözüne karşılık olarak, “Ben de Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez ebedi bir güneş gibi mucize olduğunu dünyaya ilân edeceğim” diyen Bediüzzaman, hayatının diğer bir gayesi olarak “Kur’an’ın bu asra bakan manevi mucizesi”ni insanlara ispat ederek gösterme kararını verdi.

Bediüzzaman Said Nursi, Doğu'nun en acil ihtiyacı olarak gördüğü eğitim problemini çözmek için din ve eğitim bilimlerinin birlikte okutulabileceği, Medreset-üz Zehra ismini verdiği bir üniversite kurulmasını sağlamak için 1907'de İstanbul'a gelmiştir. Derin bilgisiyle buradaki ilim çevresine de kendini çok kısa süre içinde kabul ettirmiş, çeşitli gazete ve dergilerde makaleler yayınlatmış, hürriyet ve meşrutiyet tartışmalarına katılarak hükümete destek vermiştir.

23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet ilan edilmiş. Bu dönemde Bediüzzaman meşrutiyet ve hürriyet kavramlarının İslamiyet'e aykırı olmadığını anlatmak için İstanbul'da çeşitli yerlerde konuşmalar yapmış, Doğu'daki aşiret reislerine Bediüzzaman imzasıyla telgraflar çekmiştir. Yayınladığı bu makaleler ve yaptığı konuşmalarda yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen, 1909'da 31 Mart olayına karıştığı iddia edilerek birçok hoca arasında o da tutuklanıp idam istemiyle yargılandı. Mahkeme Başkanı Hurşit Paşa'nın: "Sende Şeriat istemisşin öyle mi?" sorusuna şu cevabı verir: "Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira Şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakt ihtilalcilerin istediği gibi değil!". Kendisine yapılan ithamlara karşı yaptığı uzun savunma ve Cesurca müdafaası neticesinde idam beklerken beraat etmiştir.

Kafkas cephesinden sonra Van tarafına geçip, Anadolu savunmasına katılır. Gönüllü Alay Komutanı olarak çoğunu talebelerinin oluşturduğu gönüllü milis kuvvetle birliğinden üç talebesiyle kalıncaya kadar çarpışır. Sonra yaralı bir vaziyette esir düşüp Sibirya'daki esir kampına gönderilmiştir. Esir kampını teftişe gelen Rus Başkumandanı Nikola Nikolaviç'in önünde herkes ayağa kalkarken o kalkmadı. Sebebi sorulunca "Ben Müslüman âlimiyim. Benim kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben onun karşısında kıyam etseydim mukaddesatıma hürmetsizlik etmiş olurdum. Onun için kıyam etmedim." der. İdam edilmesine karar verilir. İdam emri verilmişken Bediüzzaman iki rekat namaz kılmak ister ve namazını kılmaya başlar. Bediüzzaman'ın bu durumunun hakaret olarak değil inancından dolayı yaptığını anlayan Nikolaviç; "Beni affediniz. Sizin beni tahrik için bunu yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanuni muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz ve mukaddesatınızın emirlerini ifa ediyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiştir" diyerek idam emrini geri alır. Bediüzzaman Komünizm ihtilali ile sarsılıp bölünen Rusya'nın karmaşıklığından faydalanarak 4 yıl süren esaretten firar ile kurtulup 1334 yılında İstanbul'a dönmeye muvaffak olur.

İstanbul'daki önemli ve başarılı hizmetlerinden dolayı Ankara hükûmeti, onu Ankara'ya davet etti. "Ben tehlikeli yerde mücadele etmek istiyorum" diyerek bu teklifi kabul etmedi. Zaferden sonra 9 Kasım 1920'de davet tekrarlandı ve bu defa kabul etti. Meclis'de, resmî karşılama töreni yapılmasına karşı çıktı. Mebusların dinî yönden lâkayd olduklarını görünce 19 Ocak 1923'te üç sayfalık bir beyannname dağıtarak onları uyardı. Namaz kılanlara altmış mebus daha katıldı. Namazgâh olan küçük bir odayı, büyük bir mescid haline getirtti. İdealindeki üniversiteyi gündeme getirdi; 163 milletvekilinin oyu ile bu iş için yüzellibin banknot ödenek ayrıldı. Bediüzzaman, İslâm âleminde bir dirirliş olacağına dair kuvvetli ümidi sebebiyle Ankara'ya gelmişti. Gençliğinden bu yana tüm çabaları hep bunun içindi. Siyasî açıdan bu yöndeki son teşebbüsü, Ankara'da oldu. Fakat karşısına kuvvetli engeller çıktı. Bir gün Meclis'te, Mustafa Kemal Paşa ile iki saat kadar görüşmüş; yapılacak inkılâbın Kur'an'dan kaynaklanması gerektiğini, Avrupalıları taklit etmenin doğru olmayacağını anlatmıştı. Mustafa Kemal, Bediüzzaman'ın nüfûzundan istifade etmek için ona mebusluk, Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye gibi Diyanet'te azalık ve Şark Umumi Vaizliği'ni teklif eder. Fakat Bediüzzaman kabul etmez. Meclis'teki ortamı da değerlendirerek siyaset alanında yapacağı bişey kalmadığını düşünür; Van'a gidip Erek dağında bir mağarada inzivaya çekilir. Bu düşünce, aslında başka bir alandaki hareketi planlamak gayesiyle yapılan bir gerilim, koşmak için yapılan bir geri çekilmeydi. Dalâletin, ilim ve medeniyet kisvesiyle girdiği, yöneticilerin çoğunun Avrupai fikirlere meftun olduğu, dini faaliyetlerin yasaklandığı, dinî eğitim veren okulların kapatıldığı, totaliter tek parti yönetimin hâkim olduğu bir dönemde teşkilâttan mahrum olarak dinî hizmet realitede yok sayılırdı. Bediüzzaman, neticesiz kalmaya mahkum ani çıkışlara iltifat etmemiş; İslâm beldelerinden birine yerleşme, orada hizmete devam etme tekliflerini de kabul etmemiştir. O, her zaman mücadelenin kızıştığı yeri tercih etmiştir.

25 Ocak 1926’da Isparta’ya nakledilen Bediüzzaman, burada da derslerine devam etti. Ve etrafındaki insanlar çoğalmaya başladı. Bu defa da Bediüzzaman’ı, Isparta’nın daha ücra bir köyüne naklederek insanlarla irtibatını kesmek istedi. Eğirdir Gölü’ne yakın bir dere içine kurulmuş olan Barla’ya ulaşım göl üzerinden kayıkla yapılmaktaydı. Barla, Isparta’nın çok eski köylerinden biri idi ve artık nüfusunun çoğunluğunu yaşlılar oluşturuyordu. Okuma-yazma seviyesi de hayli düşük olan Barla, hükümet tarafından tecride en uygun yer olarak seçilmişti. Artık Said Nursi için sürgünler süreklilik kazanmıştı. O, bunları sürgün değil, kaderin onu vazife başına sevk etmesi olarak görüyordu.

Bir jandarma eşliğinde Eğirdir Gölü’nü kayıkla geçerek Barla’ya geldi. Bütün bu seyahatleri boyunca yanından ayırmadığı küçük sepetinde çay demliği, birkaç bardak ve bir sahan, elinde de Kur’an-ı Kerim vardı. İlk haftalarda, Muhacir Hafız Ahmed’in evinde kalan Said Nursi, daha sonra tamir edilerek köylüler tarafından kendisine tahsis edilen ve önünde büyük bir çınar ağacı olan köy odasına taşındı.

Eğirdir Gölü kenarında, dağlarda, tepelerde bahar mevsimiyle yeniden canlanan kainatı seyreden ve Rum Suresinin 50. ayetini defalarca okuyan Bediüzzaman, öldükten sonra dirilişi ispatlayan “Haşir Risalesi”ni burada yazdı. Bu eser asırlardır yerinde sayan ve son iki asırda da Batı karşısında ezik bir duruş sergileyen İslami tefekkürün yeniden dirilişinin müjdecisiydi. Bu eseri yine Kur’an-ı Kerim’i esas alan ve insanların imanını kurtarmalarına vesile olan diğer Nur Risaleleri takip etti. Sözler ve Mektubat tamamen ve Lem’alar mecmuası 26. Lem’aya kadar Barla’da yazıldı. Önünde ulu bir çınar ağacı olan ev, Nur’un ilk medresesi olmuştu.

Barla’da bir iman inkılabının temelleri atılırken, Ankara’da başka bir inkılap gerçekleşiyor, yeni rejim dinden uzak, dünyevi bir temel üzerine oturtulmaya çalışılıyordu. 3 Mart 1924’de hilafetin kaldırılmasıyla birlikte çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim tamamen dinden arındırılmış ve dini eğitimin yapıldığı medreseler kapatılmıştı. Bir biri ardına çıkarılan kanunlarla gerçekleşen inkılaplar çağdaş,“Batılı insan tipi”ni elde etmek uğruna Anadolu’da kök salmış olan İslami dokuyu tamamen değiştirmeyi hedefliyordu. 30 Kasım 1925 yılında çıkan bir kanunla tekke ve zaviyeler kapatıldı. Hemen ardından çıkarılan başka bir kanunla halk Batılılar gibi giyinmeye zorlanıyor, şapka ve kılık kıyafet inkılabı yapılıyordu.

1928 yılında gerçekleştirilen Harf İnkılabı ile, İslam harfleriyle kitap yayınlamak yasaklanmıştı. Barla’da telif edilen risalelerin, bu yüzden matbaalar yoluyla çoğaltılması mümkün değildi. İman ve Kur’an hakikatlerine ihtiyaç duyan çevre köy ve kasabaların sakinleri de Risaleleri elle yazarak çoğaltmaya başladılar. Büyük bir sabır ve azimle tam altı yüz bin nüsha olarak elle yazılan Risale-i Nurlar bütün Anadolu’ya yayılıyordu. Halktan insanlar Said Nursi’nin Nur Risalelerini okuyor, yazıyor, başkalarına ulaştırmaya çalışıyor, anladığını yaşamaya ve başkalarına anlatmaya çabalıyordu.

Said Nursi’nin Nur Risalelerini, önlerindeki en büyük engel olarak gören çevreler, onu sürgünle durduramadıklarını anlayınca bu defa imha yollarını denemeye karar vermişlerdi. Hükümet daha yakından kontrol edebilmek amacıyla Bediüzzaman’ın 1934 yılının yaz aylarında Isparta’nın merkezine getirilmesini istedi. Bediüzzaman, burada da iman hizmetinden geri durmadı. Isparta polisi, 20 Nisan 1935’de Said Nursi’nin oturduğu evde arama yaptı ve onun bütün kitaplarına el koydu. Bediüzzaman’ı da emniyete götürerek sorgulayan polis suç unsuru herhangi bir şeye rastlamayınca serbest bırakmak zorunda kaldı. Ancak birkaç gün sonra, yeni tutuklamalarla birlikte Said Nursi ve Risale-i Nurlar hakkında soruşturma başlatıldı. Bediüzzaman’ın masumiyetine inanan insanların infiale kapılmamaları için İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın “sıradan bir zabıta vakasıdır” diye beyanat vermesine rağmen Bediüzzaman ve 120 Nur talebesi askeri araçlara bindirilerek Eskişehir hapishanesine gönderildiler.

Tedbirli bir tarzda, civardan hizmete gelenler vasıtasıyla eserlerini yayıyor, Isparta ve diğer yerlerle irtibatı devam ediyordu. Kastamonu'da sekiz yıl kaldıktan sonra, bu hizmetin durdurulamayıp daha da yayıldığı görülünce 1943'de 126 talebesiyle Denizli Ağır Ceza Makhemesi'ne sevkedildi. Prof Necati Lügal, Prof Y.Z.Yörükkan ve Türk Tarih Kurumu'nunda incelemesi neticesinde: "Bediüzzaman'ın siyasî faaliyeti yoktur. Eserleri ilmî, îmânîdir. Kur'ân'ın tefsiri mahiyetindedir. Onun mesleğinde cemiyetçilik ve tarîkatçılık yoktur." dedi. Mahkemece 130 parçalık külliyatın hepsine 15 Haziran 1944 günü beraat kararı verilip bu karar temyizce de tasdik edildi. Denizli mahkemesinde kendiside tarihi bir müdafada bulunmuştu. Müdafasının bir yerinde şöyle demişti: "Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki; her asırda üçyüzelli milyon mensupları var. Ve her gün beş defa namazla, o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle alâkalarını ve hürmetlerini gösteriyorlar. İşte biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efrâdındanız ve hususi vazifemiz de Kur'ânın imanî hakikatlarını tahkiki bir suretle ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi kurtarmaktır. Eğer laik cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki laik manası, bitaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahatçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telakki ederim. Yirmi senedir ki hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El-iyazu billah, eğer dinsizlik hesabına, imanına ve ahiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-pervâ ilan ve ihtar ederim ki bin canım olsa, imâna ve âhirete feda etmeye hazırım..." Denizli hapishanesinden çıktıktan sonra hükümet, o'nu Emirdağı'nda ikamete gönderdi. Fakat hizmeti ilerledikçe hakkındaki kanunsuz şiddet uygulaması artıyordu. Kendisi: "Denizli hapishanesindeki bir aylık sıkıntıyı, Emirdağ ikametinde bir günde çekiyordum..." demiştir. Bir süre sonra kaymakamlık, camiye çıkmasını menetti. Prensip olarak, sadece hizmetle ilgili olanlarla zaruret miktarı görüşürdü. Halk ile temas etme fırsatını, yaptığı gezintilerde bulurdu. Rastladığı insanlara kısa dersler verir, irşad ve nasihatte bulunurdu. Derken 1948 ocak ayında, ülkenin çeşitli yerlerinden toplanmış ellidört talebesiyle Afyon da tutuklandı.

Afyon'un soğuk kışında yetmişbeş yaşındaki ihtiyar birinin yirmi ay hücre hapishanesinde tutuklu kalması, ölüme terkedilmesi demekti. Şahsına verilen sıkıntıların fazlalığını, bütün cemaate duyulan hiddeti teskin vasıtası saymakla memnun olmuştu. Hapishanede onunla gizlice görüşmeye çalışan talebeleri falakaya yatırılıyordu. Herşeye rağmen diğer hapishaneler gibi Afyon hapishanesi de "Medresey-î Yusufiye"ye dönüştü.Caniler ıslah-ı hal ettiler. Hatta ceza süresini tamamlayan bazı mahkumlar: "Kendimizi suçlu göstermek suretiyle onlarla beraber kalacağız dediler. Burada hapishane müdürüne yazıp dedi ki: "Rusya da bolşevizm fıtınası ve fransız ihtilali önce hapishanede başladı. Fakat Risale-i Nur şakirdleri Eskişehir, Denizli, Afyon da hapishaneleri ıslah etti... Mahkeme kendisini yirmi ay mahkum etme kararı aldı. Yargıtay'ın bu kararı bozmasına rağmen kanunsuz oylamalar ile tekrar aynı karara mahkum edildi. Mahkeme devam ederken demokrat parti iktidara gelip genel af ilan etti. Tahliye edildiler. Mahkeme ancak 11 eylül 1956 da beraat verdi. Tahliyeden sonra Emirdağ da ikamet etti. Afyon hapishanesinden sonra mektepliler ve memurlar, hissedilir derecede onun halkasına dahil oldular. Bazı üniversiteli gençlerin yayınladığı Gençlik Rehberi adlı kitabı dava konusu olunca mahkeme için 1952 de İstanbul a geldi.

Abdurrahman Şeref Laç ve Mihri Helav gibi değerli avukatlar savunmada yer aldılar. Mahkeme beraatla neticelendi. Halk,özellikle gençlik, kendisine büyük ilgi gösterdi. Uzun bir ayrılıktan sonra istanbul'a, sılaya gelir gibi gelmişti. 1953'te Isparta da ikamete başladı. Demokrat parti iktidarının, ezanı asli şekliyle okunmasına imkan vermesi sebebiyle tebrik edip vatan ve millet hizmetinde muvaffakiyet temennisinde bulundu. Ayrıca Risale-i Nur'u serbest bırakıp, Ayasofya'yıda cami haline irca eden bir mesaj gönderdi. 1953'te üç ay İstanbul da kalıp, fethin 500. yıl dönümü kutlamalrına katıldı. 1956'da eserleri, talebelerinden bir kaç heyetçe yeni türk harfleriyle yayınlanmaya başladı. 1960 başlarında Ankara ve Konya'ya gitmesi siyasi çevreleri telaşa verince Hükümet, radyodan bildiri yayınlayarak Emirdağ'da ikamet etmesini istedi. 18 Mart 1960'da Emirdağ'dan Isparta'ya oradan da gizlice Urfa'ya gitti (21 Mart). Bakanlığın acele Urfa'yı terketme emrine, Urfa'lı siyasiler ve halk karşı koydu. Emri tebliğ eden Emniyet Müdürü'ne: "Ağır hastayım. Dönecek takatim yok. Zaten buraya ölmeye geldim" dedi. 23 Mart sabaha karşı Kadir Gecesi vefat etti.

 

Resim Galerisi - 3D Resimler

ad
ad
ad
ad

Esmaül Hüsna

Dergi'nın Amacı

Esmaül Hüsna Esintisi Dergisi... Kainatın sahibi olan Rabbimizin birbirinden güzel isimlerini içinde bulundurur Esmaül Hüsna. Bu güzelliği duyurmak için çıktık yola. Kainatın, bu güzel isimler üzerine kurulu olduğunu bilerek iman, ahlak, bilim, sanat, tarih gibi konuları tek bir çatı altında toplamak istedik... Devamı

Sağlık | Resim Galerisi | Sizden Gelenler | Faydalı Siteler| İslami Konular | Teknoloji

Copyright © 2010 - 2021 Namaz ve Biz Katkılarıyla | Site Web Tasarım Abdullah DUMAN
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol